Berkant Gültekin : Laiklik için acil kan ihtiyacı!
Yaşadığımız topraklar hilafetle vedalaşalı tam bir asır oldu. 3 Mart, yani yarın, hilafetin kaldırılışının 100’üncü yıldönümü.
Kurtuluş Savaşı’nın ardından Mustafa Kemal’in en önemli hedefi saltanat ve hilafete son vermekti. İpi ilk çekilen saltanat oldu. Cumhuriyet’in ilan edilmesinden yaklaşık bir yıl önce Meclis’te alınan kararla monarşi ilga edildi ve iktidarın babadan oğula geçtiği kan bağına dayalı siyasal sistem ortadan kaldırıldı.
Hilafet ise saltanat kaldırıldıktan sonra 16 ay daha varlığını sürdürdü. Cumhuriyet ile hilafet, aynı anda sadece 4 ay var olabildi. Nedeni basit, Cumhuriyet’in olduğu yerde hilafet, hilafetin olduğu yerde de Cumhuriyet yaşayamazdı. Çünkü hedef halk egemenliğini tesis etmekse, onu gölgede bırakacak herhangi bir iradeye hoşgörüyle yaklaşılamazdı.
Nitekim 3 Mart 1924’te, “Hilafetin İlgasına ve Hanedan’ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun” kabul edildi. Yani hilafete de Osmanlı hanedanına da “Size ayrılan sürenin sonuna geldik” anonsu yapıldı. Kanunla hilafet ortadan kaldırıldığı gibi Osmanlı hanedanına mensup kişilerin de yurt dışına çıkarılmasına karar verildi. Ayrıca Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarıldı. Amaç eğitimi laik bir anlayışla yeniden organize etmekti. Devamında, çıkarılan kanunların şeriata uygun olup olmadığını denetleyen Şerriye ve Evkaf Vekaleti de kaldırıldı, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Takip eden 1925 yılında tekke, zaviye ve türbelerin kapatılarak laikliğin inşasında önemli bir eşik geçildi.
Tüm bunlar yapılırken laikliğin henüz anayasal bir statüsünün olmadığını hatırlamakta yarar var. Nasıl ki bugün Türkiye’de, Anayasa’da yer almasına rağmen laikliği boşa düşüren adımlar atılabiliyorsa, Genç Cumhuriyet de laikliği Anayasa’ya yazmadan önce laikliğe temel oluşturacak sütunları dikmişti. Çünkü tarihte genelde önce olay, sonra olgu gelir. Bu diyalektik akış, günümüz Türkiye’si için de bir uyarı niteliğindedir.
Türkiye’de laiklik ilkesi Anayasa’da teminat altına alınmadan önce, ceza kanunu ve medeni kanundaki düzenlemelerle hukuk alanında laiklik ilkesi benimsendi, lisede Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı, şapka ve kıyafet devrimi yapıldı, uluslararası ölçüler ve takvim benimsendi, yeni alfabeye geçildi, soyadı kanunu yürürlüğe alındı, cinsiyetler arası eşitlik tanındı, lakap ve takma adlara son verildi, 1928’ gelindiğinde ise anayasadan “Devletin dini İslamdır” cümlesi çıkarıldı. Laiklik 1931’de, CHP’nin Altı Ok’undan biri olarak parti programına girdi. Nihayet 1937’de laiklik, devletin değiştirilemez temel bir niteliği olarak Anayasa’daki yerini aldı.
Uzun lafın kısası laiklik, onu var eden hukuksal ve sosyal kaidelerin basamak basamak hayata geçirilmesiyle mümkün kılınabildi. Önce hayatı dönüştürecek adımlar atıldı, sonra yeni devletin karakterinin laiklik olduğu Anayasa’ya mühürlendi. Bu nokta kritik; zira bugün Türkiye’de tarihin çarkı ters yöne çevriliyor. Laikliği güçlendiren ya da ona saygı duyan değil, bilakis, hem devlet kurumlarında hem de kamusal alanda laikliğin kolonlarını kıran uygulamalar hâkim kılınmaya çalışılıyor.